Yaşamadığımız çağ iletişim ve teknoloji çağı. Çok büyük araçlara sahibiz. Dumanla, ıslıkla ya da telgrafla bilgileri ilettiğimiz zamanlardan beri epey yol kat ettik ancak iletişim kurma yeteneklerimiz o dönemdeki insanlardan daha iyi değil. Bilakis daha da geriye gittiğini söylersek yanılmış olmayız. Bunu eski edebi eserlerde ve klasiklerdeki kişilerin birbiriyle iletişim şekillerinden biliyoruz. İletişim araçlarındaki gelişmelerin yanında hâlâ arkadaşlarımızla, yanı başımızdaki komşumuzla ya da market sırasında tanımadığımız kişilerle nasıl iletişim kuracağımızı bilmiyoruz. Bazen arkadaşlarımızın ne söylemek istediğine tam odaklanamadığımız ya da onu yeterince dikkatli dinlemediğimiz için iletişim kazaları yaşıyoruz. Dinleme ve dolayısıyla anlama tam bilinmediğinden daha büyük kazalar da olabiliyor.
Dinlemek özel bir yetenek ve duymayı bilmekle başlıyor. Duymak yaşayan varlıklara doğa tarafından bahşedilmiş çok özel bir duyu. Duyunca çevremizde olup bitenleri görmesek de işitebiliyoruz. Çok uzaklardan gelen uyaranları hissedebiliyor ve işleyebiliyoruz.
Dinlemek kelime olarak eski Türkçede “tın” kökeninden geliyor “Kulak vermek, dinlemek anlamında” yine eski Türkçe “tınığ” “soluk” anlamına geliyor. İngilizcedeki “listen” kelimesi “hlysnan” “dinlemek, katılmak ve itaat etmek” anlamına geliyor.
Dinlemek işitme duyusu ile başlıyor kuşkusuz. İşitmek bazı istisnalar hariç tüm canlı varlıklara has bir şey ama dinlemek deyince daha gelişmiş varlıklara has bir özellikten bahsediyoruz. Sürekli bizlerle yaşayan dostlarımız olan hayvanlarla çok özel bir dil geliştiriyoruz. Bir süre sonra birbirimizin dilini öğrenmeye ve birbirimizi dinlemeye başlıyoruz.
Dinlemeyi dışarıya açılan köprü ya da penceremiz gibi düşünebiliriz. Kulağın iç yapısında benzer bir durum vardır. Kulak zarından iletilen daha kaba ve ham sesler orta kulakta örs ve çekiçte işlenir -tıpkı demircinin bir demiri işleyip kılıca dönüştürmesi gibi- ses daha sonra oval pencereden geçerek iç kulağa iletilir. Burada ham olan sesler daha ince seslere dönüştürülür ve artık hepimizin duyduğu sesler farklı anlamlara ve frekanslara dönüşür. İç kulak aynı zamanda fiziksel dengemizi sağlayan bir özelliği var, vücudun bütün dengesini sağlayan iç kulakta yer alan sıvıdır.
Neden bu kadar kulaklardan söz ettiğim bir merak konusu olabilir. Bunun özel bir sebebi var. Fiziksel dünyada geçerli olan yasalar farklı boyutlarda ve planlarda da benzer şekilde işler. Beden yorulan bir doğaya sahipse duygu ve düşüncelerimiz de yorulur. Bazen yediğimiz bir besin bizi zehirlerken, bir düşünce ve duygu da bizi zehirleyebilir. Bir hazımsızlık yaratan yemeği sindirmek için hareket gerekiyorsa bazı bilgileri de sindirmek ve sentezlemek için de harekete ihtiyaç duyarız. Stoacı filozoflardan Epiktetos bunu müthiş bir söz ile anlatmıştır. “Neden 2 kulağa ve 1 ağza sahibiz, 2 kere dinlemek ve 1 kere konuşmak için.” Bu örnek bizim dinleme ve konuşmayla ilgili üslubumuza ve iletişim metotlarımıza çok yeni bir boyut ve güçlü bir yön kazandırabilir.
Başkalarıyla kurduğumuz iletişim şekli sadece konuşmaya dayalı değildir. Denir ki iletişim çift taraflı bir akıştır. Konuşurken karşıdaki kişiye bir şey aktarsak da aslında aynı zamanda bir şey alırız. Dinlemeyi aktif bir fırsata çevirmek yetenekli insanların harcıdır diyebiliriz. Ağırbaşlı bir şekilde dinleyen kişi ifadelerindeki, mimiklerindeki ve jestlerindeki içtenliği ve derinliği kaybetmeden çevresindeki herkese ulaşmanın mutluluğunu yaşar.
Bazen konuşmayan biri kötü bir ruh hâli içerisinde ya da bir şey bilmiyormuş gibi görünebilir ama bu doğru değildir. Aslında dinlemek konuşmanın tersi değildir. Aktif bir dinleyici olmak konuşan kişinin düşüncelerini dinlediğini ifade eder şekilde onaylamak, konuyu destekleyici ifadelerle süslemek ve bazen esprilerle konuşmaya bir sanat katmaktır. Dinlemeyi bilmek yaşam sanatından diyaloglara bir parça güzellik katmaktır. Dinlemeye de konuşma kadar önem verilmelidir. Atasözlerimizden biri sözün gümüş, sükûtun altın olduğunu ifade eder.
Epiktetos “Bir güzel söz söyleme sanatı varsa,
bir de güzel anlama ve dinleme sanatı vardır.” demiştir.
Dinlemenin ne kadar önemli olduğunu ifade eden ek çok hikâye var, işte onlardan
bir tanesi;
Adamın biri bir gün bir evcil hayvan dükkânına girip karşısına çıkan ilk
papağanı gösterip fiyatını sorar.
Dükkân sahibi de “1000 lira efendim” der.
“Fiyatı neden yüksek?” diye soran adama “Efendim bu papağan 300 tane
kelime biliyor.” diye cevap verir dükkân sahibi.
O papağandan biraz uzaklaşarak başka bir papağanı sorunca, “2000 lira
efendim.” cevabını alır.
“Bu neden bu kadar pahalı “der bu kez adam. “Bu papağan aynı kelimeleri hem
İngilizce hem Türkçe söylüyor” diye yanıt alır.
Onun yanında duran papağanı merak ederek sorar adam “Bunun fiyatı nedir?”
“3000 lira efendim bu da kelimeleri her dilde söyleyebiliyor.”
Şaşkın adam dükkânın en sonunda duran papağana yönelir ve onun fiyatını sorar.
“Bunun fiyatı nedir?”
“10000 lira efendim.”
“Peki, bunun özelliği nedir? deyince, “Valla bu pek konuşmuyor ama oradaki 3
papağan buna hocam diyor” cevabını alır.
Dinlemenin dikkat ile birlikte yürüdüğü söylenir çok doğrudur. Çünkü gerçekten dinleyen kişi konuştuğu kişinin konuşmasının içeriğinin yanında onun yüzünün ve gözlerinin ifadesine, sözcükleri söyleyiş şekline, vurgularına, ses tonuna ve seviyesine dikkat eder. Buna “can kulağı ile dinlemek” diyoruz.
Dışarıdan bakıldığında birbirinin aynısı olduğu
düşünülen 3 heykelin hikâyesi de bundan bahseder;
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna
çağırır. İstediği, heykeltıraşın birer karış yüksekliğinde, altından,
birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıdır. Heykellerin aralarında
bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecektir.
Heykeller hazırlanır ve kral doğum gününde komşu ülke hükümdarına hediye olarak
gönderir. Heykellerin yanına bir de mektup koyar.
“Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp
aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha
değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.” Hediyeyi alan hükümdar önce
heykelleri tarttırır. Üç altın heykel gramına kadar eşittir. Ülkesinde sanattan
anlayan ne kadar insan varsa hepsini çağırtır. Hepsi de heykelleri büyük bir
dikkatle inceler ama aralarındaki fark göremez. Günler geçer. Bütün ülke
hükümdarın sıkıntısını duyar ve kimse çözüm bulamaz. Sonunda, hükümdarın fazla
isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderir. İyi okumuş,
akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için
zindana atılmıştır. Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırtır. Genç
önce heykelleri sıkı sıkıya inceler, sonra çok ince bir tel getirilmesini
ister.
Teli birinci heykelciğin kulağından sokar, tel heykelin ağzından çıkar. İkinci
heykele de aynı işlemi yapar. Tel bu kez diğer kulaktan çıkar.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girer ama bir yerden dışarı çıkmaz. Ancak telin
sığabileceği bir kanal heykelin kalbine kadar iner, oradan öteye gitmez.
Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabını yazar: “Kulağından gireni
ağzından çıkaran insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından
çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni
yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.”
Az Seçilen Yol isimli kitabın yazarı Scott Peck danışan olarak gelen kişilerin yaşam hikâyeleri ve yaşadıklarıyla ilgili tahminde bulununca kişiler buna çok şaşırdıklarını söyler. Bu kişiler S. Peck’e bunu nasıl yaptığını sorduklarında ise Peck’in yanıtı “sizi dinledim, sadece dinledim. O an söylemek istediklerimi düşünmedim” olur. Bu büyük bir erdemdir. Konuşma sırasında karşıdaki kişinin söylediklerine odaklanmak aktif bir dikkat ve bilinç gerektirir.
İyi bir konuşmacı olmanın en iyi yolunun iyi dinleyici olmak gerektiği söylenir ki Dalai Lama’nın dediği gibi “Konuştuğun zaman sadece bildiklerini tekrar edersin ama dinlersen yeni şeyler öğrenebilirsin…” Bu pencereden ışığın ve temiz havanın girmesine müsaade etmek gibidir.
Başkasını dinlemenin en iyi yolu kendimizi dinlemektir. Kendimizi dinlemek, vicdanımızın sesini dinlemek sadece hatalarımızdan pişmanlık duyduğumuz zaman gerçekleşmez. Vicdanımız ve içimizdeki doğruyu bilen yanımız bizimle her zaman konuşur ama içimizdeki kontrolsüz düşünceler ve duygular bazen o kadar baskın olur ki iç sesimizi kalabalık arasında bir mırıltı gibi duyarız. İyi bir dinleyici olmanın, iyi bir konuşmacı olmanın ya da iyi bir iletişimci olmanın yolu bunu ilk önce kendi içimizde başarmaktan geçer. İç varlığının sesini duymayan ve dinlemeyen bir kişinin dikkati salt kendi zevklerine ve arzularına dönük olacağı için başka kişilerin söylediklerini dinlemez ve anlamaz. Mevlâna bununla ilgili şöyle söylemiştir: “Gönlünde sözcüklere ihtiyaç duymadan konuşan bir ses vardır. Dinle!”
KAYNAK: Feniks Dergi /Nazım ÖZDEMİR
361 Kez Görüntülendi. Etiketler: Feniks dergi » KONUK YAZARBENZER HABERLER